2 Şubat 2021 Salı

Marc Chagall’ın Mutlu Dünyası

20. yüzyılda iki büyük dünya savaşının geçtiği dönemden tüm sanat dünyası ve sanatçılar ağır etkilenmişti. Fakat bu sanatçılardan biri var ki, yaşamını idame ettirip bu eserleri bizlere ulaştırması bir mucize!

O muazzam sanatçı, Marc Chagall (1887-1985). Ülkesinden kovuldu, sürgün edildi, ölüm kamplarından son anda kurtuldu... Tüm bunlara rağmen neşe ve aşk dolu resimler üretmekten hiç vazgeçmedi. Chagall, tüm anılarını ve yaşanmışlığını bir kitap gibi eserlerinden okuyabileceğimiz nadir sanatçılardan biridir.

Rusya’nın Vitebsk kentinde bir Yahudi köyünde doğmuş olan Chagall, dokuz kardeşiyle birlikte sanatla hiç ilgisi olmayan geleneksel bir ailede yetişti. Resim yeteneğini küçük yaşta fark eden annesi onun için büyük bir şanstı. Dönemin olaylarından dolayı Yahudi çocukların okuması yasak olan sanat okullarına, annesinin çabası ve desteği sayesinde girdi. St. Petersburgda üç yıl eğitim aldıktan sonra, o dönemde sanatın başkenti olan Paris’i görmek üzere yola çıktı. 

Geleneklerine ve dine bağlı bir aileden sonra Paris'in özgürlüğüne tutulan Chagall, ilk dikkatini çeken fovizm ve kübizm gibi akımları denedi. Ama sonunda çocukluğunun dünyası hayalgücü ile birleşerek, anılarından yola çıktığı ve hiçbir akıma sığdıramadığımız bambaşka bir sanat tarzı ortaya koydu. Temelinde Vitebsk kentinde geçirdiği çocukluk anıları ve Yahudi geleneklerinden oluşan sanatında, kübizm ve fovizmi kendine has bir dönüşüme uğrattı.


Şekil 1. Marc Chagall, Ben ve Köyüm, 1911, tuval üzerine yağlıboya, 191x151 cm. Museum of Modern Art, New York

Tam anlamıyla belleğinin bir yansıması olan ‘Ben ve Köyüm’ adlı eseri, hatıralarını sembolleştirerek çocukluğundan yansımalar sunduğu bir rüya sahnesi izlenimidir. Gerçekten yaşanmış anıların bir araya toplandığı bu imgeler bütününde ilk göze çarpan, sanatçının büyük yeşil portresi ve göz göze geldiği bir inek portresi. Bağ kurduğu belli olan inek rüya mı görüyor yoksa kafasının içinde biri gerçekten süt mü sağıyor? Bu Chagall’ın çocukluğunda annesini süt sağarken hatırlama biçimi olmalı. Bu romantik bakışmanın arasından geçen yolda, sıra sıra evlerden bazıları ters dönmüş, hatta içinden bir papazın baktığı kiliseden dumanlar çıkar. Chagall, dönemin Yahudi olaylarını eserlerine bu şekilde yansıtmış olacak ki, benzer sebepten inek ve kendi portresinde de haç kolyesi görülüyor.

Tarlaya giden bir çiftçinin karşısında evlerle birlikte ters dönmüş bir kadın olması, bu manzarada hiç de tuhaf durmuyor. Belki de sanatçı, bazı imgeleri ters düz ederek, dönemin şiddetini, acısını ve kötülüğünü istemediğini vurguluyordur.  

Şekil 2. Marc Chagall, Köyün Üstünde, 1914-18, State Tretiakov Gallery, Moskova.

Sanatçı, ‘Köyün Üstünde’ adlı eserde köydeki evlerin görüldüğü bir manzarada mutluluktan uçan aşık çiftin bulunduğu bir kompozisyon oluşturmuş. Doğduğu kentten uzakta olması nedeniyle eserlerinde sık sık memleketine dair mimari imgeler görürüz. 1915 yılında Bella Rosenfeld ile evlenen Chagall’ın eserlerindeki aşık çift esinlenmelerini mutlu ve huzurlu hayatına bağlamak olasıdır. Eşi Bella’nın ölümü, 2. Dünya Savaşı ya da soydaşlarının katledilmesi bile Chagall’ı resimlediği mutlu ve aşk dolu temalardan uzaklaştıramamıştır.

Chagall eserlerindeki bu fantastik unsurlar sebebiyle gerçeküstücülükle özdeşleştirilir. Fakat onu bu akımdan ayıran özellik, hiçbir zaman biçimsel arayışlara girmemesi ve betimlemeye ağırlık vermesidir. Bu sebeptendir ki, sanat hayatı boyunca tek bir akım seçmek yerine, yaşadığı dönemdeki tüm akımlardan etkilenerek kendi betimleme sanatını yaratmıştır. Son dönem çalışmaları çok çeşitli olan Chagall, Henri Matisse gibi vitray, Pablo Picasso gibi seramikler üretti. 28 Mart 1985’te öldüğünde, ardında çok mutlu eserler bıraktı. 

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Güneş ve Ay | Remedios Varo - Star Slurry


Güneş ile Ay arasındaki farkı bilir misiniz?

Güneş görkemlidir. Belki biraz kibirli, hatta ukala. Işık saçar, bir yıldızdır parıldar; ama yaklaştırmaz yanına kimseyi. Kibirlidir, yaklaşanı yakar. Bu yüzden yalnızlığa mahkumdur. Ukaladır; bensiz yaşayamazsın diyen eski sevgili gibi, gidersem karanlığa gömülürsün der. Her gece de ısrarla hatırlatmaktan vazgeçmez.

Giderken koca bir günü karanlığa gömer, onun yokluğunu fark etmeyen tek bir canlı yoktur. Fark edilmek ister. Doğar her gün yeniden, gecenin karanlığını ışığıyla sular. Tüm canlılar yüzünü ona döner. Batarken, renkten renge bular gökyüzünü, bulutları boyar. Gidiyorum der. Ağlatır yansıyan ışıklarında denizin dans eden dalgalarını.

Oysa Ay...
Ay öyle mi?

Kimse fark etmez gelip gittiğini... Karanlığın naif prensesi, sessiz sedasız gelir sahnesine. Turgut Uyar'ın Göğe Bakalım dizelerinde olduğu gibi, başını tesadüfen geceye çevirmeyen göremez varlığını, fark etmez. Kibirli değildir Güneş gibi.

Sessizce batar vakti geldiğinde... Tıpkı tek başına evinde günler sonra ölü bulunan kimsesiz komşu gibi. Sessiz sedasız ayrılır sahnesinden. Görkemsiz, telaşsız, fark ettirmeden. Ama içten içe yanarak, renkten renge bürünerek gider... Sırf belki biri görür diye, en tepedeyken bembeyaz ışıldar. Vakit geçip de fark edilmedikçe, Güneş'e benzemeye çalışır, sararır... Sonra bu çabanın yersiz olduğunu anlayacak ki utanıp kızarır, batmadan evvel...

Aslında bilmez ki naif Ay, en görkemli halidir kıpkırmızı bir alev parçası gibi semalarda süzüldüğü o an. Kimseye duyurmadan sessizce bir dağın arkasında kaybolur. Ne Güneş gibi günü geceye bağlar, ne de günün ilk ışıklarına kavuşturur... Vakitsiz bir vakitte, olmadık bir alacakaranlıkta, kendini saklar dağların arkasına.

Fark etmek lazım. Sadece bakmak değil, görebilmek lazım. Gördüklerimize şükredebilmek lazım. Güneş'in o engin keskin karanlıkları yumuşacık ışığıyla aydınlığa kavuşturduğu o mistik an'a şahit olmak lazım. Ay'ı takip etmek lazım. Dolunay iken koskocaman belli belirsiz bir şeffaflıkta doğup, yukarılara yükseldikçe küçülerek bembeyaz ışıldadığını, gittikçe sararıp, kızarıp battığını görebilmek lazım.

Bu gün bir eser incelemesi yahut bir sanat akımı anlatısı gerçekleştirmedim. Nitekim yine de faydalı bir yerden konuyu sanata bağlayabileceğimi düşünüyorum. Size sevdiğim Ay temalı bir resimden kısaca bahsetmek isterim.



Remedios Varo'nun Star Slurry isimli sürrealist çalışması. Kafesteki Ay beni en çok etkileyen metaforlardan biridir bu resimde çünkü ressamın kaybettiği çocuğunu imgeler.

Maddi durumu yetersiz olduğu için kürtaj olmak durumunda kalan Varo'nun bir daha hiç çocuğu olmaz. Bu sebeple kendini bulutların üzerinde bir kulede, yıldızları öğütüp yemek haline getiren makine ile kafesteki Ay'ı kaşıkla beslerken tasvir eder. Oldukça etkileyici bir kompozisyon olduğu aşikar.

Şimdi metaforları çözümleyelim. Neden bulutların üzerinde bir kule? Muhtemelen o dönemde, istediği özgür hayatı yaşayamayan kadınlara bir vurgu yapılıyor. Ay'ı çocuğu yerine koymuş ve kafesin içinde göstermek istemiş. Zaten kuleye kapatılıp, özgürlüklerinden uzaktayken Ay'ı tekrar bir kafese daha sokması ilgi çekicidir.

Sanatla, Muhabbetle...

19 Kasım 2018 Pazartesi

Edgar Degas, Dans Sınıfı | Eser İncelemesi


     Edgar Degas'nın, Paris sosyal hayatını konu alan resme özel bir ilgisi vardı. Özellikle beklenmedik perspektifler ile gösteri yapanları ve izleyicileri yakalamayı hedefledi. Ecole des Beaux-Arts'da aldığı eğitim, resimde insan formuna olan ilgisini uyandırdı. Tiyatro, bale, opera gösterilerine gider; sahne arkasına geçip provalarını incelerdi.

Edgar Degas, Dans Sınıfı
1873-6, tuval üzerine yağlıboya, 85x75 cm. Orsay Müzesi, Paris.
    Dans Sınıfı, Degas'nın bale provasındaki dansçıları resmettiği ilk büyük ölçülü çalışmasıdır. Provada izlerken hep küçük ölçekte eskizler alıyor olması muhtemel. Degas, bu provalara katılmak için 1880'lerin ortalarına kadar izin alamadığı için bu resimdeki sahneleri, kendisine ayrı ayrı zamanlarda poz veren dansçılardan oluşturarak kompozisyonu kurmuştur.

     Bu çalışmasında sahnede otoriter duruşuyla Jules Perrot'nun dans sınıfını gösterir. Dansçılar, provanın aşamalarına göre duvarın önünde sıralanmış durumdadır. Kimileri oturur, sahnesi yakın olanlar sırasının gelmesini bekler.
 
    Resim, açısı dolayısıyla alımlayıcıya biraz yukarıdan bakıyormuş hissi verir. Kompozisyonun sınırları, dansçılara odaklanmak için, bir fotoğraf karesiymiş gibi kesilmiştir. Dansçıların kostümlerinin renkli detayları, sade ahşap zemin ile zıtlık yaratır. Kırmızı, yeşil, sarı ve mavi renkte detaylar, gözü figürlere çekerek onlar üzerinde eşit vurguya yol açar. Bu sebeple göz sahnenin bütününe hakim olur ve resim bir performans konusu izlenimi verir.

Sanatla, Muhabbetle...







16 Kasım 2018 Cuma

Claude MONET, İzlenim; Gün Doğumu | Eser İncelemesi


     15 Nisan 1874'te Paris'te, Nadar'ın fotoğraf stüdyosunda, bir sergi açıldı.1873'ün sonlarında şekillenen ve empresyonistler olarak ün salacak olan sanatçı grubunun -resim, heykel, gravür vb- ilk  ortak sergisiydi.

    25 Nisan'da La Charivari dergisinde sanat eleştirmeni Louis Leroy, bir arkadaşıyla sergiyi dolaştığı sırada empresyonistler tanımını kullandı. Monet'nin bu resminin önünde 'derin bir kırmızı' diyerek etkilendiğini belirtti; 'Tamamlanmış bir deniz resminden çok, gelişme aşamasındaki bir duvar kağıdı ifadesinde'.

     Olumlu yorumlar da gelmedi değil; Armand Silvestre, 'Anlamı şudur ki onlar muazzam bir çağdaş sanatı getirecek olan izlenimlerinin peşindedir... Onların onur ve erdemlerini teşkil eden tonal ilişkilerinin inceliklerine karşı hassas olmak için özel gözlere ihtiyacınız vardır.' 


Claude Monet, İzlenim; GünDoğumu.
1872, tuval üzerine yağlıboya, 48x63 cm. Marmottan Müzesi, Paris.
    İzlenim; Gün Doğumu, güneşin Normandiya'daki La Havre limanının üzerine doğru sisin içinden parlamasıyla, kısacık bir anda yakalanan bir sabah manzarasının, biçimsel yenilikçi anlayışla ifadesidir. Monet, yetiştiği bu liman kıyısında büyümüştü ve yaşamı boyunca da su manzarasındaki ışığın ve gölgenin dansını , bunun hissettirdiklerini betimlemeye çalıştı. Resim sabahın erken saatlerinde, güneşin turuncu olarak parladığı anı yakalar. Kompozisyon salaş bir izlenim verse de, Monet kompozisyonu dikkatle kurgulamıştır. Serbest çizilmiş sandalların çizgileri ve arkadaki liman soldadır. Buna karşılık vurgu ve dengeyi sağlamak amacıyla güneş ve onun sudaki aksi göze derinlik hissi verir. Düşey hatlarla örtüşen, güçlü diyagonal çizgiler bulunur. Limandaki düşeylikler, sandalların açısı ve güneşin yansımasının açısı alımlayıcıya perspektif etkisini verir. Renk sınırlılığına ve eskiz hissi veren bitmemişliğe karşın, zamanında oldukça ses getirmiş etkileyici bir çalışmadır. Aynı zamanda izlenimciler -empresyonistler- grubuna ismini veren çalışmadır.

Sanatla, Muhabbetle...

12 Ekim 2018 Cuma

Vincent van Gogh (1853-1890) | Sarı Ev Dönemi


      Hollanda'nın Zundert şehrinde 30 Mart 1853'te doğan Vincent van Gogh, hayatını sanata adadığı ilk dönemlerde çok kasvetli çalışmalar üretir. Köylülerin en mazlumlarını seçer, kasıtlı olarak donuk ve kasvetli renkler tercih ederdi. En nihayetinde bu kasvetten kendisi de sıkılmış olacak ki, 'van Gogh Sarısı' diyeceğimiz tabiri yaratmak üzere -tüm bunlardan habersiz- 1886'da Fransa yolculuğuna çıkacaktır ve vardığında da son empresyonist sergiyi izleyecektir.

      Empresyonistlerin renk yelpazesi onu hayrete düşürdü. Çok geçmeden de parlak renklerin aurasına kapıldı ve tuvalleri empresyonist renklerle ışıldamaya başladı. Dönemine uygun olarak Vincent van Gogh da empresyonist tarzda bir sergi düzenledi hatta. 

Self-Portrait, 1889
      Sonunda Paris'in bohem mekanlarının da tadı kaçıyordu. Paris'te geçen iki yıllık bohemliğin ardından, çok miktarda konyak tüketimi ve Moulin Rouge'da uzun geceler sebebiyle sağlığı kötüye gidiyordu. Kırsal sakinliği özlemişti ve şehirden uzaklaşıp eski sağlığına kavuşması gerekiyordu. Bu sebeple Fransa'nın güneyindeki küçük Arles kasabası ona cazip geldi (neden bilmiyoruz, sonuçta van Gogh eserekli bir Hollandalı). 1888'de yapayalnız şekilde Arles'e doğru yola çıktı. Kimseyi tanımıyor, o bölgenin aksanıyla sıkıntı yaşıyor, komşularıyla zar zor iletişim kuruyordu. Kendine hala sarı ev olarak bilinen bir stüdyo kurdu. Tuvallerinden başka arkadaşı yoktu ve Vincent de onlara sığındı; on beş ayda 200 tuval tamamladı.

     Arles'in parıldayan güneşi, hayal gücüne dokundu. Çok geçmeden, bizim asıl tanıdığımız, kalın fırça darbeleriyle uygulanmış saf pigmentlerin oluşturduğu olgun tarzıyla tuvallere dokunmaya başlamıştı. Burada en ünlü eserlerinden birkaçını (Ayçiçeği tabloları ve Cafe Terrace) resmedecekti.

Terrace of a café at night, 1888.
     Vincent, güneşi bulmak için güneye çekildi ve buradan büyülendiği için arkadaşı Gauguin'i de ısrarla yanına çağırdı. Gauguin geldikten bir süre sonra anlaşmazlıkları oldu ve şu meşhur kulak kesme (!) olayı yaşandı. Tabiki abartıldığı gibi tüm kulağını kesmedi, kulak memesinin bir kısmı sadece... Sonrasında Gauguin ile hiç görüşmediler.

Vincent tabiki eskisi gibi olamadı. Akli durumunun dengesizliği kendisini bile rahatsız etmiş olacak ki, gönüllü olarak yakınlardaki Saint-Rey'de bulunan bir akıl hastanesine yatmayı istedi. Akıl hastanesinin bahçesinde yıldızlarla ve selvilerle dolu gece gökyüzü resimleri yapıyordu. 

Yıldızlı Gece, 1889.
    Yavaş yavaş durumu düzeldiğinde oradan ayrıldı. 

    Theo, kardeşini Paris'in kuzeyinde küçük bir kasabaya yerleştirdi. Vincent, Buğday Tarlalarının Üzerindeki Kargalar'ı burada yaptı. 

Buğday Tarlasındaki Kargalar, 1890.
     27 Temmuz 1890'da, kaldığı hanın sahibi Vincent'i odasında bir kan gölünün ortasında yatarken buldu. Belli ki buğday tarlalarının birindeyken kendini vurdu ama pek de becerememiş olacak ki kaldığı hana kadar gelebilmişti. Kurşun kalbinin yanına girmişti, ölmesi iki gün sürdü. 

     Onu fark etmeye henüz başlayan dünya, bunun için geç kalmıştı. O vazgeçse de ressamlar ondan etkilenmeyi sürdürdü. Matisse'in de aralarında bulunduğu Fovistler, onun parıldayan renklerinden ilham aldılar; tıpkı yıllar yıllar sonra soyut ekspresyonistlerin de hayran kaldığı gibi...

Sanatla Muhabbetle...

30 Eylül 2018 Pazar

Picasso, Velazquez'in İzinde | Eser İncelemesi & Karşılaştırma

   
     Picasso, 1940'larda geçmişte karşılaştığı başyapıtları yeni ifade biçimleri ile tekrar çalıştı. Ünlü ustalara ait resimlerin reprodüksiyonlarından oluşan bir resim dizisi oluşturuyordu. Bu dönem eserlerinin ana teması Lucas Cranach, El Greco, Delacroix, Manet, Courbet ve Poussin'den oluşuyor. Bu eserlerin orjinal kompozisyonları, renk tasarımları ve ifadeleri üzerinde özgürce değişiklikler yaptı.

Diego Velazquez, Las Meninas, 1656, tuval üzerine yağlıboya, 318x276 cm. Prado Ulusal Müzesi, Madrid.

    1957 Ağustos - Aralık arasında, İspanyol saray ressamı Diego Velazquez'in (1599-1660) ünlü resmi Las Meninas üzerine 58 varyasyon üretti. 1656'da yapılmış olan bu resim, İspanya Kralı'nın kızını ve etrafındaki hizmetçi ve nedimelerini gösterir. Velazquez resme, stüdyosundan ufak bir görüntü ekler ve resmin sol tarafında kendisini büyük bir tuvalin önünde çalışırken gösterir. Picasso birkaç ay ''La Californie'' adlı villasının tavan arasına çekilerek, adeta büyülenmiş gibi bu temayı defalarca çalıştı. 

    17 Ağustos'ta bitirdiği ilk versiyonu, orijinal eser üzerinde yapmayı planladığı tüm gerekli değişiklikleri içeriyordu. Bu reprodüksiyonda, görüntüyü enine doğru genişletti, resimdeki insanları ve ressamın konumunu, figürlerin büyüklük ve anlatım özelliklerini değiştirerek yeniden değerlendirdi. Daha sonra mevcut renkler yerine gri, siyah ve beyaz kullanarak resmi daha etkili hale getirdi. 

Pablo Picasso, Las Meninas (Velazquez'in İzinde), 17 Ağustos 1957, tuval üzerine yağlıboya, 194x260 cm. Picasso Müzesi, Barselona.

      Picasso'nun versiyonunda; ressam Velazquez, resmin solunda kocaman bir figür olarak durmaktadır ve diğer tüm figürler ikinci plana atılmıştır. Figürler ve alan oldukça sadeleştirilmiştir. Velazquez için kompozisyonun önemli unsurları olan renk ve ışık, Picasso'nun versiyonunda yapısını tamamen değiştirir. Picasso'nun resmi bir grizay'dır ve resmin etkisi bütünüyle gri ve siyah renk alanlarının kontrastıyla oluşur. 17. yüzyıl resmindeki güçlü kraliyet etkisinin tersine (kral ve kraliçe, arkadaki duvardaki aynada iki izleyici olarak görülmektedir) Picasso'nun eserinde kayıtsız şartsız tek hükümdar Velazquez'in kendisidir. Bu konum Picasso'nun her zaman talep ettiği, liberal ve modern bir toplumda özgür ve kendine güvenen bir sanatçının konumunu sembolize eder.

  Sanatla, muhabbetle...

Literatür yayınlarının mini sanat dizisinden alıntıdır. Pablo Picasso hayatı ve eserleri 2005.

20 Eylül 2018 Perşembe

Lady of Shalott - John William Waterhouse | Eser İncelemesi


     Shalott Leydisi, Shalott'un Hanımefendisi gibi çevirileri olan bu güzel kızımız hüzünlü bir efsaneye sahip. Mitoloji ve edebiyattan uyarlama resimleriyle ünlü, İngiliz ressam John William Waterhouse, bir Kral Arthur efsanesine dayanan Viktorya Dönemi'nin ünlü şairlerinden Tennyson'un Camelot efsanelerinden esinlenerek yazdığı şiiri tabloya dönüştürmüştür. Shalott'un Hanımefendisi Elaine'in hayat hikayesi anlatılan şiirden esinlenen Waterhouse, Elaine'in kayıkta olduğu sahneyi resmetmiştir.

    Shalott Leydisi Elaine, Kral Arthur'un sarayının bulunduğu Camelot Şehrine doğru akan bir nehrin ortasındaki Shalott adasında kulede hapistir. Tek bir pencereye sahip olan bu kule, Elaine'in dışarı bakarsa lanetleneceğini bildiği tek özgürlük alanıdır. Özgürlük alanı demeye çalışıyorum çünkü dış dünyayla tek iletişimi olan kuledeki aynası vasıtasıyla dışarıyı gözlemleyebilmektedir. Şiirde ayna Viktorya Dönemi kadının dış dünya ile olan tek bağlantısı, eşi ya da babasını temsil ediyor.

     Kuleden çıkmadan günlerini yalnızca dokuma yaparak geçiren Leydi, birgün bir şövalyenin şarkı söyleyerek oradan geçtiğini duyar. Kral Arthur'un Yuvarlak Masa şövalyelerinden biri olan Lancelot'u aynasından gören Leydi, çok etkilenir. O kadar ki, kendini tutamayıp pencereye koşar, şövalyeyi görebilmek için... Dışarı baktığında aynanın çatladığını fark eder ve lanetlendiğini anlar. Yapacak fazla bir şeyi kalmayan Elaine, kayığa binerek umutsuzca Camelot şehrine, şövalye Lancelot'a ulaşmaya çalışır. Waterhouse'ın çalışmasındaki Leydi'nin yüz ifadesinden de anlaşılacağı üzere, lanet sebebiyle bu aslında bir ölüme doğru yolculuktur.


    Waterhouse'un çalışması, Leydi'nin hayatına ve ölümüne dair imgeler içerir. Uzun kızıl saçları ve beyaz elbisesiyle kayıkta olan Elaine, kaşları ile birlikte hafifçe yukarı kalkmış başı, aşağı doğru olan gözleri ile ölüme gittiğinin farkında olan acılı bir ifadeye sahiptir.

    Kayıkta, Elaine ile birlikte başka imgeler vardır. Kayığın ön kısmında ikisi sönmüş olan üç mum vardır. Bu mumlar, Leydi'nin hem yolculuğunun hem de hayatının sonuna gelmiş olduğunu temsil eder. Hayatının sonunu temsil eden mumların önünde İsa'nın çarmıha gerildiği bir haç vardır. Bu dini sembol de, Leydi'nin ölümden sonra ulaşacağı cennetin imgesidir.


    Sudaki sararmış yapraklar esere, sonbahar etkisinde hüzünlü bir havayla birlikte harika bir ışık ve renk katar.Yapraklar böyle romantik görünse de, kullanılmalarındaki asıl amaç, Viktorya Dönemi'nde kullanılan bir imgedir. Cinsel olarak baştan çıkmış kadın imgesine bir göndermedir. Leydi de bedelini bile bile arzularına yenik düşmüş, sonbaharda dökülen yapraklar gibi savrulup gidecektir.

    Kayıkta serili olan örtü, Elaine'in kuledeki yaşamını temsil eden işlediği dokumalardan biridir. Dokumada işlenen desenler, Leydi'nin aynadan görerek işlediği Lancelot ve diğer şövalyelerin geçiş sahneleridir. Bu sahneler genç Leydi'nin keşfetmeye can attığı yasaklı dünyanın temmsilleridr.


    Elaine'in bir eliyle tuttuğu zincir, kayığın arkadaki kuleye bağlı olduğunu gösterir. Lanetin temsilcisi olan zincir, Leydi'nin tutsaklığını imgeler. Zinciri bıraktığında, sonbahar yaprakları gibi son nefesini verip özgürlüğüne kavuşacaktır.

     Lancelot ise onu sevdiğinden habersiz, şu dizeleri söyleyecektir;

"But Lancelot mused a little space
He said, "She has a lovely face;
God in his mercy lend her grace,
The Lady of Shalott."

    Waterhouse'ın, bu eserinde Tennyson'ın şiirinden esinlendiğini söylemiştim. Tennyson bu şiirinde, arzularına yenik düşen bir kadının romantik ölümünü yalnızca romantik bir eser yazmak için kaleme almamıştır. Dönemin toplumdan soyutlanma sorununa gönderme yapmak istemiştir.


     Hikayeden etkilenenler için bir kısa film temsilini de buldum.Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.


     Dakika 3.20'den itibaren, dokuma yapan Elaine'in hikayesi başlıyor...


    İlginizi çekebileceğini düşündüğüm birkaç fotoğrafı da buraya bıraktım.

    Bir de son olarak şiiri Loreena McKennitt'in harika yorumuyla dinlemek istersiniz diye buraya tıklayabilirsiniz.

İyi seyirler, keyifli okumalar...
Ve tabiki,
sanatla, muhabbetle...