31 Aralık 2016 Cumartesi

Salvador Dali | Sürrealizm, Gala ve Belleğin Azmi

    Salvador Dali, 11 Mayıs 1904 - 23 Ocak 1989
 
    Gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiş, sürrealist bir ressam Dali. Sürrealist diyoruz ama bence performans sanatının babası o. Dali'nin yaptığı her şey, hayran bırakmak, hayrete düşürmek ve eğlendirmek üzere hesaplanmıştı. Üzerleri altın nakışla kaplanmış parlak renkli giysileri, uçları incecik olsun diye mumlanan bıyığı bile kostümsel bir hava katıyor.
    Bu gerçek Dali miydi? Dünya, çılgın Dali'yi seviyordu, tuhaf davranışlı ilginç adamı seviyordu, o da onlara onu verdi.

    Hayatının büyük trajedisi ise o doğmadan önce meydana geldi. 1901'de Dali ailesinin, babasıyla aynı ismi verdikleri Salvador adında bir oğulları oldu. Fakat 21 aylıkken yaşamını yitirdi. Dokuz ay sonra ailenin yine Salvador adını verdikleri bir oğulları daha oldu. İşte bizim deli dolu Dali'mizdi bu küçük oğlan.
    İlk çocuklarının kaybını atlatamayan anne ve baba, sürekli ölen bebeklerinden konuşup, küçük Salvador'ı ondan sonra geldiğine ikna ettiler. Bu sebeptendir ki, çocuğun asabi yetişip, banyoyu kullanmaktansa dışkısını hole bırakmayı tercih etmesini belki de pek yadırgamamak gerekir...

     Dali, çocuk yaşında resim dersleri almaya başladı. İlk sergisi 1919'da yerel tiyatroda düzenlendi. Genç ve yetenekli Dali, 1922'de Madrid'e giderek Güzel Sanatlar Okulu'na yazıldı. Hocalarıyla kavga ederek geçirdiği birkaç yıldan sonra Dali, öğretim üyelerinin hiçbirinin onu değerlendirecek kadar ehil olmadığını iddia ederek bitirme sınavına girmedi ve okuldan atıldı.

    Paris ve Sürrealistler

    Sürrealizm, Dada'nın safsatasını, Freud'un psikoanalizini ve Marks'ın siyasetini harmanlayan yeni moda sanat akımıydı. Dali'yi cezbeden bilinçaltının vurgulanmasıydı ve kılı kırk yaran çizim becerisini, akıl dışı imgeler yaratmak için kullanmakta kararlıydı. 1929'da Fransa'ya gitti ama Sürrealistler onu bir kahraman olarak karşılayacaklarına, gelişinin farkında bile olmadılar. Tanıştığı tek arkadaşı sürrealist şair Paul Éluard'dı. Dali onu, ailesinin tatillerini geçirdiği Katalan kıyısındaki köye davet etti.

     Dali İspanya'ya derin bir depresyon içinde döndü. Éluard ve karısı Gala onu ziyarete geldiler. Éluard, Dada akımının lideri olmuştu ve Gala da ilham perisi ve ev sahibesi rolünü çok sevmişti ama 1929'da -Dali ile tanıştığı dönem- artık kocasının kısıtlı mali durumu nedeniyle kendini hüsrana uğramış hissetmeye başlamıştı.

     Gala...

    Başlangıçta Gala, Dali'ye aldırmasa da, resimlerini gördükten sonra çok etkilendi. Bu yeteneğin getireceği şanı, şöhreti ve serveti ilk fark edenlerden biri oldu. Dali ona öylesine aşık olmuştu ki, hiçbir şey umrunda değildi. İkisi birbirine gayet uyumlu idi; Dali seyretmeyi severdi, Gala da seyredilmeye bayılırdı...

    Gala bundan sonra tüm enerjisini Dali'yi tanıtmaya adadı. Dali'nin nadir olan satışlarıyla yaşamaya çalışıyorlardı. Dali, aralarında The Persistence of Memory (Belleğin Azmi) 'de bulunduğu önemli eserlerinden bazılarını bu sıralarda yaptı. Bu tekinsiz, tuhaf imgeli eser, tamamen Dali'nin bilinçaltı ürünüdür.

    Karanlık bi düzlükte, çoğu eleştirmenin kendi portresi diye düşündüğü bir et parçası, içinden zayıf bir ağacın çıktığı bir masa ve bunların üzerinden aşağıya eriyip akan saatler. Saat fikri, akşam yemeğinden sonra yumuşayan bir Fransız peynirine bakarken gelir aklına. Eseri yaptıktan sonra Gala'ya, bunun hatırlayacağı bir imge olup olmadığını sorar ve o da bunu kimsenin unutamayacağını söyler. Bu sebeptendir ki, Dali esere Belleğin Azmi ismini verir. Kendi eserinin, izleyicinin zihnindeki azmi nedeniyle...


    Belleğin Azmi'nin sergisi büyük bir başarı kazandı. Gala ve Dali, ressamın acayip konuşma şeklini yadırgamayan kaymak tabakanın gözbebeği oldu. Ancak Dali'nin artan ününü herkes takdir etmiyordu. Öteki sürrealistler, onun akımlarını gasp ettiğini düşünüyorlardı.


    -Bugün Salvador Dali'yi nasıl değerlendiririz?

Birçok sanat tarihçisi onun eserlerini birer zevksizlik örneği olarak yorumlar; bazıları daha da ileri giderek bütün eserlerini alaya alıyor. Bir eleştirmen onu, 'İnsanları sevmeyen zihninin karmakarışık işleyişiyle, bir büyülenme meydana getirme yolunda hak etmediği yeteneğiyle şaşırtmaya devam eden çocuksu bir sapık,' diye tanımlamıştı. Kimsenin inkar edemediği ise, etkisi: Dali, sanat olarak yaşam fikrini icat etti.


''Her sabah uyanınca muazzam keyif duyarım: Salvador Dali olmanın keyfi ve mucizeden nutkum tutulmuş kendime sorarım, bugün ne gibi fevkalade şey yapacak, bu Salvador Dali?''
                                                                                                                          -Salvador DALİ











24 Kasım 2016 Perşembe

Atatürk'ten Gençlere ve Öğretmenlere...



  Atatürk'ün aydınlığa, medeniyete, özgürlüğe açtığı yoldan, Atatürk ilke ve inkılaplarının ışığında giderek fikri hür, vicdanı hür yeni nesiller yetiştiren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutlarım...

    Bir öğretmen adayı olarak, bu özel günde, Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk'ün çocuk ve gençlerin eğitimine verdiği önemi ve öğretmenlik mesleği ile ilgili fikirlerini paylaşacağım.



    -Öğretmenler! Cumhuriyet, fikren, ilmen  fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. (1924)


    -Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakar ve muhterem unsurlarıdır. (1923)


    -Eğer cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı'nı almak isterdim. (1930)


    -Öğrenci her ne yaşta olursa olsun,  onlara geleceğin büyükleri gözüyle bakılmalı ve öyle muamele edilmelidir. (1930)


    -Bütün ümidim gençliktedir. (1919)


    -Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. (1927)


21 Kasım 2016 Pazartesi

Phaselis Antik Kenti



Ülkemizde Phaselis diye bir cennet var a dostlar! 

MÖ 7. yüzyılda Rodos'lular tarafından kurulan bir liman kenti olduğu söyleniyor. Uzun yıllar Likya'nın doğu kıyısının en önemli liman özelliğini korumuştur. Kentin girişinde bizi koskoca kemerli bir kapı karşılıyor. Küçük bir kente göre oldukça gösterişli bir kapı. Kapıdan direk üç sahilden ortadakine ulaşılıyor. Taşsız, dalgasız, sıcacık bir deniz karşıladı bizi. Sağ tarafta kentin ana caddesi diye tahmin ettiğim geniş bir cadde uzanıyor.


Cadde yukarıdaki gibi.

Kuruluş efsanesinde; Phaselis'e ulaşan kolonistlerin, karşılaştıkları yerli çobana yarımadayı beğendikleri, yerleşim bedeli olarak da arpa ekmeği mi, kurutulmuş balık mı istediği sorulur. Çobanında kurutulmuş balığı seçmesiyle yerleşimin gerçekleştiği anlatılır.

Ana hatları iki bölge sınırında kaldığı için Phaselis, bazen Likya bazen de Pamfilya bölgesi şehri olarak gösteriliyor.

İÖ. 333'de Büyük İskender'i altın taçla karşılamaları şehrin tarihinin önemli bir olayıdır.



Tiyatro'dan bir kesit

Phaselis tapınakları, agoraları, minik bir tiyatrosu ve hamamları bulunan küçük bir kentimiz olmasıyla beni kendine aşık etti diyebilirim.

Caddeden bir kesit

Phaselis'e müzekart ile yada bilet ile girilebiliyor. Antalya'nın sıcağında gidip biraz antik kent geziyim sonra da denize girip serinlerim derseniz, tavsiyemdir. Antik kent merakınız olmasa bile, o muhteşem deniz bence Antalya'nın başka hiçbir yerinde yok. 



Kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Yolunuz Antalya, Kemer yakınlarına düşerse, deniz ve antik kentin iç içe geçtiği, yeşilliğin denize yansıdığı bu güzel koyu görmelisiniz... 


Phaselis'e sevgi, selam ve hasretle...

16 Kasım 2016 Çarşamba

Frida Kahlo | Fil ile Güvercinin Evliliği


     20.yy popüler kültür ikonu haline gelen Meksika asıllı ressamdır. Sanatı sürrealist kabul edilse de aksine gerçekçi bir ressam. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, "gündüzlerinin ve gecelerinin celladı" olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir.
   
     Frida, "Kendimden daha iyi kimseyi tanımıyorum", der. Belki de kendini ve hissettiklerini tam anlamıyla tuvallerine yansıtabildiği için olağanüstü bulunur resimleri.

     Frida, 6 Temmuz 1907 yılında Meksika’ da Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Ama kendisi doğum tarihini, Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan etti. 

     Geçirdiği çocuk felci sonucunda bir bacağı diğerinden daha zayıf kaldı. Bu onun okul sıralarında "Tahta Bacak Frida" olarak anılmasına sebep oldu. Bu yüzden tüm hayatı boyunca hep uzun etekler giydi.
     3 kız kardeşi olmasına rağmen bir erkek çocuk gibi büyüdü Frida. Sağlam bir eğitim aldı. Bir prestij sembolü sayılan Ulusal Hazırlık Okulu’na kabul edilen ilk kız öğrenci oldu. Bu okul onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi.

      Frida bir gün, daha 18 yaşındayken, o zamanki aşkı, Alejandro Gomez’le okuldan eve dönerken bindikleri otobüs bir tramvay ile çarpıştı. Çok sayıda yolcunun ölümü ile sonuçlanan bu kazada Frida ağır yaralandı. Yolcuların tutunduğu kalın bir çubuk Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmıştı.

  Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı, herkesi sarstı, beni daha çok sarstı. İnsanın, çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni de deldi geçti. (Jamis, 2016)

    Frida, bu kazadan sonra yatağa bağımlı hale geldi. Hayatı bir süre korselerle bitmek bilmeyen ameliyatlarla ve doktorlar, hastaneler arasında geçti. Bu süre zarfında 32 kez ameliyat edildi.  "Yaşamım boyunca kaç korse kullandım? Kabaca otuz diyebilirim. Onları süsledim; boyalarla, küçük kumaş parçaları yapıştırarak, renkli tüyler, minik ayna parçacıklarıyla süsledim onları" diyor bir mektubunda…

     Aslında işin ilginç tarafı Frida’yı ressam olmaya yönelten bu kaza oldu. Babasının yattığı yerden odasındaki eşyaları görmesi için kurduğu mekanizmalar ve başının üzerine yerleştirdiği aynalar sayesinde, ağrıları ile başa çıkabilmek için bir şeylerle oyalanmaya çalışan Frida, yattığı yerden kendi resimlerini yaparak başladı resim çalışmalarına. ”Bir defa, seçme şansım yoktu. Ve aslında pek de önem vermeksizin resim yapmaya başladım. Böylece bana eziyet edip, her an beni sorgulayacak, az kalsın kimliğimi elimden alacak olan aynadan görüntüyü çaldım” diye bahseder resim hayatına başlayış yıllarından.
     1927 yılı sonunda tekrar yürümeye başlayan Kahlo, bu dönemde sanat ve politika çevreleri ile yakınlaşmaya başladı.
     Çektiği bedensel acılar yetmezmiş gibi, Frida Meksika’nın en havalı ve geçinilmesi en zor erkeklerinden biri olan, Marksist duvar ressamı Diego Rivera’ya aşık oldu.1929 yılında kendisinden 21 yaş büyük olan bu adamla evlendi. Evlilikleri, fil ile güvercinin evliliğinebenzetildi. Ancak Diego Rivera, şişman, çirkin bir adam olmasına rağmen kadınlar arasında pek popülerdi ve  Frida ile evlendikten sonra  sadık bir eş olamadı.



     Sağlık sorunları nedeniyle bir çocuğunu aldıran ve art arda iki düşük yapan Frida, eşinin sadakatsizlikleri nedeniyle 1939 yılında ondan ayrıldı. Kendisini içkiye vurdu, saçlarını kısacık kesti ve erkek kıyafetleri ile dolaşmaya başladı. "Hayatımda geçirdiğim iki ağır kaza var. İlkinde tramvay beni ezip geçti, diğer kaza ise Diago’dur."

     Frida sürekli olarak sırtını desteklemek için çelik ve alçı karışımı bir korse kullanmasına karşın parlak renklerde, geleneksel kıyafetler giyer, asla makyajsız dolaşmaz ve onunla özdeşleşen bıyığını ve bitişik kaşlarını aldırtmaz aksine daha da koyu renkle boyardı.

    Frida Kahlo’nun 143 resmi vardır; 55 tanesi oto-portredir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" dedirtmiştir. Frida’nın resimleri sürrealist olarak değerlendirilse de o sürrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Frida’nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı.

    Frida’nın eserleri hayatta olduğu sırada yaygın bir ilgi görmedi. Ticari anlamda ki çıkışı 1938’de bir ABD gezisinde Diego’ya eşlik etmesi ile başladı. İlk bireysel sergisini New York’ta düzenledi. 1939’ da ki Paris sergisi ile övgüler topladı. 
    
     Bir eseri Louvre tarafından satın alınan ilk 20. yüzyıl Meksika ressamı ünvanını aldı.1943’de La Esmeralda adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi on yıl boyunca sürdürdü. 

    Bu arada hasar gören ayağı kangren olduğu için kesildi.1953 yılında  Mexico City’de, kendi vatanında, ilk kişisel sergisini açtı. Doktorunun koyduğu  yasağa rağmen, Frida yatağından çıkmadan bir kamyonla kendini galeriye taşıttı ve tekerleklerin üzerinde zafer dolu bir eda ile  konuklar arasına katıldı.

     Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi teşhisiyle son nefesini vermesinden bir kaç gün önce günlüğüne şu satırları yazmıştı Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım”.







10 Kasım 2016 Perşembe

Mustafa Kemal Atatürk'ün Sanata Bakışı

    Biz hiç görmediğimiz birini özlemeyi O'nun sevgisiyle öğrendik... Hasretle, minnetle, gururla anıyoruz. Ruhun şad olsun Atam!
    Günün anlam ve önemi sebebiyle, Atamızın kendi alanım olan sanata bakış açısını derlemek istedim.


    - Güzel Sanatlarda başarı, bütün inkılapların başarıldığının en kesin delilidir. (1936)


    - Sanatkar, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır. (1932)


    - Biz hepimiz milletvekili olabiliriz, bakan olabiliriz, hatta cumhurbaşkanı olabiliriz; ama hiçbirimiz sanatkar olamayız. Böyle olunca sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür. (1930)


    - Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin  ilerleme yolunda yeri yoktur. (1923)


    - Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. (1923)


    Ve son olarak Mustafa Kemal Atatürk biz gençlere der ki :

 'Gençler, benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnunum ve mesudum. (1937)'

9 Kasım 2016 Çarşamba

Türk Ressamlar | Osman Hamdi Bey ve Kitap Önerisi

    Osman Hamdi Bey'i bilmek için sanatla ilgilenmeye gerek yok aslında. Çok ayrıntısına inilir ise eğer Türk Sanat Tarihinde, Türk resminin batılılaşmasına öncülük eden 19. yüzyıl ressamlarının büyük bir kısmı askeri okullarda yetişti. Osmanlı'yı eski güçlü günlerine kavuşturmak isteyen sultanlar, orduyu batılı yöntemlerle eğitmek gerektiğini düşünüyorlardı.Askeri okul müfredatlarına resim dersleri eklendi. Askerlerin teknik çizimler yapabilmeleri amaçlanmıştı.

    Sivil okullarda resim dersinin olmadığı, toplumun resme sıcak bakmadığı bir dönemde, askeri okullardaki bu eğitim sayesinde Asker Ressamlar oluştu. Sanatı seven ve koruyan sultanların etkisiyle, büyük bir olasılıkla dünya sanat tarihinde bir eşi daha olmayan bir durumdur.

    Osman Hamdi Bey, 1856'da Mekteb-i Maarif-i Adliye'de öğrenime başlar ve birkaç yıl sonra babası gibi hukuk öğrenimi amacıyla Paris'e gönderilir. Resme olan ilgisi nedeniyle hukuk ve resmi bir arada yürütemez ve resim yapmaya yönelir. Paris'te kaldığı 12 yıl boyunca sanat alanında kendini oldukça geliştirir. Marie adlı genç bir Fransız ile evlenir. 1869'da İstanbul'a geri döner ve Mithat Paşa'nın 'Umur-u Ecnebiye Müdürü' (Yabancı İşler Müdürü) olarak Bağdat'a gönderilir. Bağdat'ta kaldığı dönemde bölge tarihini ve arkeolojisi ile  yakından ilgilenir.

 

    1871'de yeniden İstanbul'a döner ve iyi derecede yabancı dil bildiği için yabancı büyükelçilerin protokol işleriyle uğraşmak üzere görev alır. 1873 Viyana Sergisi'ne katılır ve orada bulunduğu sırada yine bir Fransız ve adı yine Marie olan başka bir kızla tanışır. Bu kızla İstanbul'a döner ve ilk eşinden ayrılarak adı Naile olacak bu hanımla evlenir. 1876'da Yabancı Basın Yayın Müdürlüğü'ne atanır ancak bu görevden de ayrılır.
    
    Bir süre sonra babası Edhem Bey'in de ısrarı ile Müze-i Hümayun müdürlüğüne atanır. Bu andan itibaren Türk müzeciliği de başlamıştır.

    Bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesinin ilk kısmını 1899'da, ikinci kısmını 1903'te ve üçüncü kısmını 1907'de Osman Hamdi büyük uğraşlar sarf ederek kurar, ve ziyarete açar. Aynı şekilde, 1883'de bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin temeli olan 'Sanayi-i Nefise Mektebi'ni kurar.
    
    Devlet işleriyle ne kadar yoğun olursa olsun, Osman Hamdi Bey resim yapmaya neredeyse hiç ara vermez. Manzara ve aile portrelerinin çoğunu, yaz aylarını geçirdiği Gebze Eskihisar'daki evinde yapar. 1910 yılında geride çok sayıda resim, kurum ve arkeolojik buluntu bırakarak İstanbul Kuruçeşme'de hayata veda eder. 

    Kitap Önerisi:

    Osman Hamdi Bey'in hayatını merak edenler, roman tadında okumak isteyenlere önerim Emre Caner'in güzel kaleminden çıkan bu kitaptır. Biraz tarihe merakınız varsa sıkılmadan okuyabileceğiniz eşsiz bir kitap. Osman Hamdi Bey'in hayatından, Paris'te yaptıklarından, tanıştığı insanlardan, Osmanlı'ya getirdiği sayısız yenilikten, arkeolojik kazıların hepsine bizzat katılışlarından bahseder.
    
    Arka kapağındaki konusunu aktarmak isterim:
    
    'Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına baktığını hemen anladı. Sonuçtan hayli memnundu. Ama resmi görenler tabloda ne anlatıldığını anlamakta zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumbağa terbiyecisi diye eski bir mesleğin olup olmadığını soruyorlardı. En okumuş yazmışlar bile böyle bir meslekten söz edildiğini hiç duymamışlardı. Nerede çalışırlardı bu adamlar? Sirklerde mi? Yoksa saray bahçesinde mi? Kimse bilmiyordu. Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en başta. Sonra müze müdürü. Bir arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademisi müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı yoktu aslında!'



4 Kasım 2016 Cuma

Outlander'i izleyenler el kaldırsın!

    İzlediğim bir çok yabancı dizi var arkadaşlar. Game of Thrones, Arrow, The Originals, The Vampire Diaries... Öyle Türk dizisi izlemem yok şöyle yok böyle diye tribe de giremem, onlardan da izlediklerim var. Fena Poyraz Karayel fanıyım mesela... Şu yeni başlayan Vatanım Sensin'i de sevdim, çünkü içinde tarih olması benim için yeterli sayılabilir :)

    Gelelim Outlander'a...



    Çok güzel değil mi ya, gözlerimden kalpler çıkabilir.

    Aslında ben şans eseri buldum diyebilirim. Şu yukarıda sıraladığım tüm dizilerim sezon finalindeydi. Bende aşırı sıkıcı bir yaz geçiriyordum. Herkesin bildiği üzere onedio.com böyle sıralamalar falan yapıyor, en iyi bilim kurgu dizileri, en iyi kitaplar, en iyi bilmem neler falan diye. Sağolsunlar bana bu harika diziyi kazandırdılar.
     Tabi ki kitabı olduğunu bilseydim ilk önce kitabını okurdum. Tek bir kitap da değil koskoca seriymiş arkadaş nasıl duymadım, nasıl bilmem, yazıklar olsun bana...
    İlk iki sezonu su içer gibi, nefes alır gibi bitirdim. Tarih var, aşk var, e bilim kurgu da var. Daha noolsun! O kıyafetler, o saçlar başlar, konuşmalar...
     Deli gibi 3. sezonu bekliyorum.

    2. sezon ortalarındaydım sanırım kitabı olduğunu öğrendiğimde. Araştırdım, ettim, kitabı çok pahalı geldi, zaten 7 kitap mı ne var hepsini almaya kalksam bana mali kriz...
    Bende internetten ücretsiz kitap indirilen sitelerde var mı bu kitaplar diye araştırdım. İlk iki kitabı buldum. (Dilerseniz sonra nasıl kitap indirileceğini anlatabilirim.)
    İlk kitap bilindiği üzere Yabancı. Hani kitap mı dizi mi diye sorulur da herkes kitap der ya. Ben kararsızım bu sefer. Normalde bende kitaplarını severim diziden, filmdense... İlk kitabı çok sevdim. Düşünün, dizinin iki sezonunu izlediğim halde aynı konuları tekrar okudum. Sıkılmadım da.
    İkinci kitap Kehribardaki Yusufçuk, daha heyecanlıydı ama başlarında bırakmak zorunda kaldım yoğunluğumdan dolayı ve bilgisayardan okumak gerçekten çok zor. Sadece bazı yerleri çok uzamış, biraz sıkıldığım doğru ama heyecanı yine aynıydı konu açısından.
 
    Aslında hedefim, şu yoğunluğum geçtikten sonra kitaplarını okuyup ondan sonra diziye devam etmek. Çünkü her hafta dizi beklemeyi sevmiyorum. Hele ki böyle heyecanlı bir diziyi...
    Kitapları okurken dizi de birikmiş olur diye düşünüyorum. Ama kitaplar çok pahalı, bilgisayardan okumak da gözlerimi mahvediyor. Bu yüzden şu yoğunluğum bittikten sonra kendime kindle (e-kitap) almayı düşünüyorum. Bakalım diziyi izlemeden durabilecek miyim?


Sergi, Kavramsal Sanat, Performans Sanatı, Mail art ve Enstalasyon

Heyecan dorukta! Bu, sınıf olarak açtığımız 2. sergimiz. 

Öncesinde ilk sergiden biraz bahsedecek olursam; Metamorfoz Sergisi. Geçen yıl açtığımız bu sergi, kavramsal sanat üzerine, herkesin kendi çalışmasını ürettiği, katılımın yoğun olduğu bir bienal havasında geçti. İlk sergimiz olduğu için hepimiz çok heyecanlıydık. 
Kavramsal Sanat; sanatçıların kendilerini daha farklı ifade etmek istemesinden doğmuş denilebilir, en kısa öz. Bir tuval üzerine yağlı boya, bir mermeri oyup heykel çıkarma gibi kendilerini alışılageldik sanat eseri biçiminde göstermeyen eserler üretme amacıdır. Bir sanatçı tabi ki hep daha yenisini, daha farklısını, en farklısını bulmalıdır. Teknoloji ve yaşadığımız çağın ilerlemesi gereği sanat da bu yönde gelişmek zorunda... Hep aynı kalan sanat, unutulmaya mahkum... 

Buradan yola çıkışla, benim kavramsal sanat üzerine sergideki konu seçimim Göreceli Duvar ismini verdiğim çalışmam, içimizdeki duvarlarımız; prensiplerimiz, aşamadığımız engellerimiz ile ilgili.

    Herkesin prensipleri vardır kendi içinde. Aşamadığı, engelleri, kuralları vardır. İşte ben bu duvarı hepimizin içinden çıkardım, aldım, koca galerinin ortasına koydum! 

    Nasıl yani ?

    Arkadaşlarımın yardımıyla falan oturduk okulda, heykel atölyesinde bir duvar ördük. Sonra bu duvara, kendi içimdeki tüm engelleri astım. Yazıysa yazı yazdım, fotoğrafsa fotoğrafı astım, atamadığım bir eşyaysa onu astım ve daha nicesi... Duvarın üstü doldu taştı. 

    Performans sanatını da aldım işin içine ve dedim ki, sergiye gelen herkes duvarıma tüm engellerini yazsın. Kendinizi kısıtlayan her şeyden kurtulun dedim... 

    Aslında bu beni korkuttu. Kimse bir şey yazmaz diye düşünmüştüm. Çekinilir, saçma bulunur gibi... Ama inanın hiç öyle olmadı.

    Sergi sonunda duvarın başına geçip etrafında dolanmaya başladığımda öyle yazılar gördüm ki... Kimisi gerçekten engellerini yazmış, kimisi kurtulmak için ne yapmamız gerektiğini, kimisi o an neler hissettiğini... 
    Çok mutlu eden, tecrübe katan bir sergi olmuştu...


   Gelelim şimdiki sergiye.
   Bu mail art ve enstalasyon konulu bir sergi. Salı günü açılacak, o yüzden şuan elimde bir afiş olmadığı için gösteremiyorum. Bu sebeple sergi ismine de daha karar vermedik. Sergiden sonra yine onunla da ilgili bir yazı paylaşacağım.

   Beklerim arkadaşlar, bekleriz...

   Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Resim Binası, Galeri Eylül'de, saat 12:00'de. (Vize haftası dolayısıyla böyle bir saat maalesef.)




30 Ekim 2016 Pazar

Can Bonomo ve Şiirleri


    'Delirmek, Belirmektir' çünkü bu hayata dair olan en güzel şeyler ya en çarpıcı şeylerdir ya da hiç yokturlar, demiş Can.

    Şöyle hayranıyım, böyle seviyorum diye başlamayacağım. Başarılı işlerin her zaman peşinde olunması gerektiğine inanıyorum. Dikkat çekmek istediğim nokta, bir insanın her işte başarıya ulaşabilmesi. Şarkı söylersin, sesin güzeldir. Buna ek olarak söz filan yazıp, beste yapmaya uğraşırsın oda beeelki. Ya da resim yapıyorsundur. Sadece resim yaparsın, ne yapacaksın başka. Edebiyatı seviyorsundur, okumayı, yazmayı seviyorsundur, yazarsın. Şiirler biriktirirsin. Böyledir değil mi? Bir insan bir konuda iyidir, bölünürse eksik kalır ya da eksik yapar. Her şeye yetişemez. Onu da yapıyım, bunu da yapıyım, hepsi benim olsun dersen; hepsi yarım yarım kalır.

    Diye inanırdım. Lakin değilmiş, yıkıldım. Meğer hepsi benim üşengeçliğimmiş. Yapan yapıyor arkadaş, mesela Bonomo.

    Bir çoğumuz Eurovision ile tanıdık onu, dürüstüz. Orada dinledim, sevdim açıkçası. Belki biraz da milli gurur hani bizi temsil ediyor, sevmeliyim gibi. Sonra bir iki dinledim, Ooze Venue' de konseri oldu, abimi zor zanaat ikna ettim götür beni diye. Dinledik ettik sevdik iyi hoş derken, şiir yazıyorum dedi. Kitap çıkaracağım yakında dedi. Beni kalbimden vurdu. Bono'cum sen zaten şarkı söylüyorsun, şarkı sözlerini bile kendin yazıyorsun (bunu artık çok az yapan var), konserlerin var, işin gücün başından aşkın... Bahaneymiş bunlar. Adam kapı gibi kitap çıkardı, Delirmek Belirmektir efendim dedi. Tabi gidilir, kitap hemen alınır, imza günleri kovalanır, imzalatılır falan... Zaten bilenler bilir kitap çıkarmadan önce Ot'da da şiir yazıyordu Bonomo (hala yazıyor). Her ay dergi çıksa da acaba ne yazdı okusak diye beklerdim. Ara ara instagramından paylaşırdı bi' kısmını, merakımı artırırdı. Derken kitap ilaç gibi geldi. Kıyaslamaya girmeyeceğim ama şiirleri bir başka güzel değil mi?

    Ben böyle şiirleriyle günlerimi geçirirken, resim sergisi açacağım dedi. 'Can'ım sen daha ne yapacaksın?' diyemedim. İllustrasyon eğitimi aldığını okumuştum ama bir insan kaça bölünür daha ve kaç şeyi başarır? Bana tüm bu sorularımın cevabını yaşatarak veriyor, sağolsun. Keşke sergiyi İzmir'de de tekrarlama şansı olsa... Gazetelerden, haberlerden, kendi paylaştıklarından takip ettiğim kadarıyla pop art ve illustrasyon karışımı, belki kolaj da vardır, böyle karışık bir teknik. Sevilesi boyutlarda koca koca tuvaller... Şimdiki teknolojiyle tarihteki karakterleri harmanlayan konusu, renkleri kullanımı, inceleyebildiklerimden dikkatimi çekenler.

    Belki biraz dinlenir derken ikinci kitabı 'Şu Sevdalar Tevatürü'nü çıkardı Can. O kadar üretken ki, albümdü, sergiydi, kitap çıkarmaydı falan sıralamasında bir hatam varsa affola... Ne denir, kitapların ikisini de yutasım var... Haa, bu yoğunlukta kitap kapaklarını kendi tasarladığını eklemeyi de unutmamalıyım. Bırakın her şeyi ben yaparım diyor sanki.

    Koştur Can, idolümsün!

    Bu kadar Can dedikodusundan sonra bir şiirsiz kapanış olmazdı.
 

    İnce Uyum
    
    Bir şiiri tutup iki ucundan dünyaya doğuruyorum
    Bir başak kadar ince veya
    Ellerin kadar beyaz
    Bir hikaye düşüyor peşime kurtulamıyorum
    Sonra birden büyüyor tüm çiçekler
    Öteler başaklardan
    Romalardan büyüyor
    Bir merhaba yoldan çıkıyor nasılsın oluyor
    Bir ekmeğin içini oyup kuşlara veriyoruz
    Bir kuş selam veriyor geri
    
    Ve bir hayır evet oluyor seviniyoruz

    Sen beni öpsen

    İstanbul jeopolitik açıdan önem kazanır bakma
    Bunlar daha köprü yapıp duruyorlar
    Bir şiiri tutup iki ucundan dünyaya doğuruyorum
    Bir papatya kadar narin
    Ya da gözlerin kadar siyah

Can Bonomo vedası,

Muhabbetle...
    
   






29 Ekim 2016 Cumartesi

Klasik Yunan Sanatı (İö ~500 - 320)

   Klasik Yunan Sanatı (İö ~500 - 320)

   Yunanlar dikkatlerini insana, akla ve doğaya çevirmişlerdi, bu ilgileri sanatlarında da açıkça görülmektedir. İnsana ve çevrelerindeki doğaya duydukları hayranlık dolu merak kendini gerçekliğin detaylı incelenmesinde göstermektedir. Öte yandan güzelliğe de tutkuyla bağlıydılar. Bu yüzden gördüklerini idealize ettiler. Klasik Yunan sanatını şekillendiren, doğalcılığın ve idealizmin bu karışımıdır.
 
   Mısırlıların aksine Yunan sanatçılar öbür dünya yerine yaşadıkları dünyaya odaklandılar. Zihinsel gelişime duyulan hayranlığın bedensel hünerlerdeki yansıması kendini ilk kez İö 776'da kayıtlara geçen olimpiyat oyunlarında gösterdi. Zihnin ve bedenin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi yaygın bir amaç haline geldi ve bu popüler arzuların bir karşılığı olarak sanatçılar kusursuz figürler ve çevre tasvirleri üstünde çalıştılar. Tanrıların, ideal insanları andıran varlıklarına duydukları inanç, güzelliğin ve kusursuzluğun yüceltilmesinin sebeplerinden biriydi.
   Dini ve kamusal yapıların süslenmesi için üretilen eserler sayesinde Atina'da yaratıcılıkta patlama yaşandı. Yapılar, mitolojik hikayeleri, kahramanları, tanrı ve tanrıçaları içeren kabartmalar, duvar resimleri ve olmazsa olmaz heykellerle kaplanıyordu. Figürler, gençlik ve enerji dolu, gövde orantılı ve düzgün, uzuvlar ince ve kaslıydı. Sanatsal fikirler çığır açıcıydı. Gerçekçi unsurlar ilk defa inceleniyor, sanatçılar hayatı gördükleri gibi tasvir edebilmek için ayrıntıları hassaslıkla işliyorlardı. Ne kadar zarar görmüş olurlarsa olsunlar, bu dönemin eserlerinde sanatçıların t teknik ustalıkları ve ayrıntılı gözlem yetenekleri hala görülebilmektedir.

  Mükemmel oranlar 
  Yunanlar tarafından isimlendirilen Altın Oran, dikdörtgenlerle ölçülen ve evrensel olarak göze hoş gelen orantıların dengesidir. İlk olarak eski Mısırlılar tarafından kullanılan Altın Oran yüzyıllar sonra Leonardo Da Vinci tarafından, dengeli orantıları bütün eserlerinde uygulayan Phidias'a atfen 'phi' olarak adlandırılmıştır.