5 Haziran 2018 Salı

Kavramsal Sanat - Fikirlerin Öne Çıkışı



1960’lı yılların sonuna doğru sanat ortamında yaşanan belki de en büyük dönüşüm, sanatın, nesneye olan gereksiniminin tartışmaya başlanmasıdır. Kavramsal Sanatın temel ilkesi, fikirlerin, sanat üretiminde yaygın olarak kullanılan geleneksel gereçler, yöntemler ve becerilerden önce geliyor olmasıdır (Hodge, 2015:180). Kavramsal sanatçılar, sanat yapıtının maddi varlığına değil, kavramsal varlığına önem vermişlerdir. Sanatın tarihsel sürecinde, düşüncenin ve felsefi altyapının bu kadar önemli olduğu ilk akım olması Kavramsal Sanat’ı önemli kılar.

Bu sorgulamanın öncüsü, 1960’lı yıllarda bir anlamda yeniden keşfedilen Fransız sanatçı Marcel Duchamp’dır. 1960’lı yıllarda sanat ortamına damgasını vuran Kavramsal Sanat’ın düşünsel temelleri, Duchamp’ın 1910’larda ortaya attığı ‘hazır-nesne’ olgusuna ve özellikle 1917 tarihli ‘’Çeşme’’ adlı yapıtının gündeme getirdiği sorulara dayandırılabilir (Antmen, 2017: 194). Duchamp’ın tamamen sıradan seri üretilmiş bir nesneyi sanat olarak sunmasıyla sorguladığı, geleneksel sanatın tamamen yetenekten ibaret olduğuna olan inanca bir darbedir. Fikrin, düşüncenin sanattaki önemini ön plana çıkarmıştır. 


Duchamp’ın sanatının öngördüğü ‘’düşünce olarak sanat’’ anlayışını her şeyden önce felsefeyle, dille, kimi zaman matematiksel formüllerle ilişkilendirerek salt kavram düzeyinde algıya yönelik bir sanatsal yaklaşımdır. Bu yaklaşımı benimseyen ilk Kavramsalcılar arasında, ABD’de Robert Barry, Lawrence Weiner, Joseph Kosuth, Mel Bochner, İngiltere’de Art and Language grubu bulunur (Antmen, 2017: 195). Liguistik kavramsalcılığın başlıca temsilcileri arasında yer alan Lawrence Weiner’ın, ‘’benim bir yapıtımdan haberdar olmuşsanız, o yapıt sizin olmuş demektir. Kimsenin kafasına girip yapıtımı geri alamayacağıma göre, bu böyledir’’ açıklaması Kavramsal Sanat’ın izleyici deneyimine bağlı olduğunu vurgular. Le Witt de, düşüncenin, sanat yapan bir aygıt olduğunu söylemiştir. Önemli olan sanatçının iyi bir düşünce yaratması ve onu uygun bir şekilde görselleştirmesidir. Yapıtın görsel bir biçimi olmasa bile, düşüncenin bizzat kendisi herhangi bitmiş bir ürün kadar sanat eseri demektir.

Kavramsal sanatçıların sorguladığı ilk hususlardan biri sanatçıların her zaman belirli biçimlerde somut objeler yarattıkları yönündeki varsayımdı. Ortaya çıkan sonucun, süreç kadar önemli olmadığını öne süren kavramsalcılar için sanatsal beceri, amaçları doğrultusunda konu dışı kalıyordu. Minimalizm gibi, Kavramsal Sanat da sürekli olarak sanatın üretimi, sergilenmesi ve deneyimlenmesi hakkındaki yerleşik fikirlere meydan okumuştur. Her iki akımın sanatçıları da, daha önceleri mevcut sanat eserlerine verilen önemin, Pop Art’ın da dillendirdiği gibi sanatı kitlelerden uzaklaştıran ve halkla buluşmasına engel olan, esneklikten uzak ve seçkinci bir sanat dünyasının oluşmasına yol açtığını belirtmekteydi. Kavramcılar, sanatsal fikirlere ve ille de geleneksel resim ve heykel biçiminde olması gerekmeyen, görmek için galeride sergilenmek zorunda olmayan eserler üretmeye odaklanmaktadır (Hodge, 2015: 182).
Sanatla, 
Muhabbetle...



Yararlandığım Kaynaklar:

Antmen, A. (2017). 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar. İstanbul: Sel Yayıncılık.

Hodge, S. (2015).Gerçekten Bilmeniz Gereken 50 Sanat Fikri. İstanbul: Domingo Yayınları.

2 Haziran 2018 Cumartesi

DADA (1916 – 1920) | Anti-Sanat Hareketi


I. Dünya Savaşı’nın dehşetine bir tepki olarak ortaya çıkan Dada, aslında bir sanat hareketi değildi. Dahil olan isimlerin beyanına göre, Dada, I. Dünya Savaşı’nın vahşetini ve böyle bir şeyin yaşanmasına izin veren tüm dünyayı saran cinnet halini protesto eden bir ‘’anti-sanat’’ hareketiydi. I. Dünya Savaşı’nın başlamasından iki yıl sonra, 1916’da tarafsız İsviçre’de başlamıştır.

Dada’nın başladığı yer, Alman şair ve düşünür Hugo Ball’in , 1916’da Zürih’in bir arka mahallesinde açtığı Cabaret Voltaire, gece kulübüyle sanat lokali arasında bir mekandır.



O sıralar Zürih’te bulunan hemen tüm genç sanatçılar gibi bir göçmen olan Ball’in amacı, I. Dünya Savaşı’na muhalif bir ekibin bir araya gelip birlik olabilmeleri için bir mekan yaratmaktır. Savaşın acımasız gerçekleri, Dadaistler tarafından toplumun ve kültürün baskıcı katılığının sonucu olarak algılanmıştı. Dadaistler, ‘’insanın insana yaptığı zalimlik’’ yüzünden sanatı ve toplumu ikiyüzlü ve sığ bulduklarını ifade ettiler. Savaşa başkaldırarak zamanın sanatsal ve kültürel değerlerini sorgulamaya başladılar.


Bruist konserler, sesli şiirler, absürd metinler, gündelik hayatın nesnelerini bir araya getirerek yapılmış aktör kostümleri; bütün bunlar kamuoyunu şok etmiş ve şaşırtmıştı. Sanatçılar, o güne değin geçerliliğini korumuş tüm değerleri saçmalaştırarak ve herkesin sanattan anladığı şeyi ters yüz ederek, Hans Arp’ın hatırladığı kadarıyla, ‘insanın aptallığını ve kendini beğenmişliğini protesto etmek’ istiyorlardı. Francis Picabia da bu konuda, ‘kafa, düşünce yönünü değiştirebilsin diye yuvarlak yapılmış’ diyordu. İsviçre’deki Dadaist grubun içinde birçok ülkeden sanatçının yer alması, bu derinlikli saçmalık sanatının kısa sürede Avrupa içinde ve dışında yaygınlaşmasını beraberinde getirdi.



Sanatı doğrudan politik bir duruşun dışavurumu olarak kullanan Fütüristler gibi sanatı değiştirmek değil yok etmek isteyen Dada’nın tavrı, özünde dünyanın gidişatına ilişkin derin bir çığlığın ifadesidir.Rumen asıllı Tristan Tzara, 23 Temmuz 1918’de, ileride Dada’nın kuruluş beyannamesi olarak yorumlanacak 1918 Dada Manifestosu’nu sunar. Tamamen rastlantılara dayalı ve geçerli yazın kurallarının dışında bir edebiyat anlayışı geliştiren şair, şiirlerini gazeteden kesilen sözcükleri bir şapkada karıştırıp rastgele çekerek oluşturur. Tzara, 1917’de Dada Dergisi’ni çıkarmaya başlar. Dada manifestosundaki sanatçılar, sanatın da sınıfsız bir topluma hizmet etmesi gerektiğini savunur.


Sanatla, Muhabbetle...