27 Ocak 2018 Cumartesi

Modern Sanat Algılarımızı mı Yönlendiriyor? | Andy Warhol


      Modern sanatı, Andy Warhol’un 1962 yılında yaptığı 'Campbell'in Çorba Konserveleri' serisiyle ele almak istiyorum. Bu seride 32 resim bulunuyor. Modern sanat denildiğinde akla ilk gelen soru ‘Bu neden sanat?’tır. Bir modern sanat eseri pek çok şeyi çağrıştırabilir. Ancak Warhol’un bu eserini gördüğümüz yer bir müze olmasaydı, bir reklam afişinde pazarlama amaçlı görseydik bir ilan olarak algılardık. Fakat bunu Warhol’un yaptığını bildiğimiz ve New York Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilendiğini bildiğimiz için, aynı çalışma olmasına rağmen reklam olarak algılayamıyoruz. Warhol, bunu müzede sergileyerek aslında bize ‘bakış açınızı değiştirin’ diyor. Yapılan eserde sanatsal değerden ziyade fikir önem taşıyor. Zaten modern sanat bu değil mi? Eseri alıp müzede sergileyerek aslında onu yeniden konumlandırmış ve anlamsal olarak dönüştürmüş oluyoruz. Burada da sanatçı son derece sıradan ve herkesin ulaşabileceği bir nesneyi alıp odak noktası haline getiriyor.
       Aslında bu eserde asıl önemli olan nokta ne zaman yapıldığıdır. Yani 50 yıl öncesi yada bugün değil. Sanatçı bu eseri tam da 1962’de, yani seri üretimin, fabrikaların başrolde olduğu bir dönemde, insanların bunun sanat olduğunu düşünmeye başladıkları bir zamanda yapıyor. Warhol, bir bakıma, artık endüstrileşmiş bir toplum haline gelindiğini ve çevreye hala tarımsal bir toplumda yaşıyormuşuz gibi bakmamamız gerektiğini vurguluyor.
       Yani birisi alelade bir nesneyi alıp, inceleyebileceğimiz özel bir yere koyduğunda ve onu özel olarak aydınlattığında, hakkında manifesto dediğimiz bir yazı kaleme aldığında eminim hepimiz o nesne ne olursa olsun bir durup düşünürüz. Çünkü modern sanat, fikri önemser ve insanları düşündürmeyi amaçlar. Sorgulatır.  Andy Warhol ya da Marcel Duchamp gibi sanatçılar bu yolu izlemiştir. Objenin ne olduğuna ya da rengine, boyutuna, kompozisyonuna, sanatsal tarzına dikkat etmeksizin; fikirlere önem vermektir asıl olan. Warhol ve onun gibi sanatçılarda gördüğümüz şey, alışılmış teknik tarzda mükemmellik değil. Bu sanatçıların önemi, eserlerindeki klasik anlam ustalığından ziyade, dünyaya baktıkları açılarını vurgulamalarında yatıyor. Warhol hep aynı soruyu yöneltir: ‘Bu sanat olabilir mi?’ Örneğin Warhol, konservelerinin alt kısmındaki çiçeklerle bile tek tek uğraşmak istememiş. Bu çiçek motifi için plastikten bir kalıp çıkarmış ve bunları mekanik olarak basmış. O dönem etraftaki her şey fabrikasyon olmaya başlamışken bir sanatçının da bu yönteme yönelmesini nasıl nitelendirebiliriz? Warhol’un bu yaklaşımı, bana kalırsa kesinlikle farklı bir pencere. Dünyamızı nasıl şekillendirdiğimizi ve nasıl ürettiğimizi, etrafımızı nelerle çevrelediğimizi yansıtıyor.
    
      İnsanlar Warhol’un farklı mı yoksa sanatsal bir dahi mi olduğuna karar vermekte baya zorlandı. Yeni bir düşünce tarzı geliştiren, farklı bakış açısına sahip insanlar her zaman bu şekilde sorgulanmaz mı zaten? Zamanının ilerisinde düşünen her insan, bu değişikliğe adapte olamayanlar tarafından deli olarak atfedilmeye mahkumdur. Yeterince alışıldıktan sonra da Warhol’un yaptıklarının, sanatsal üstünlüğünün yansıması olduğuna karar verildi. Aslında burada asıl kabul edilen şey, avangard bir sanatçı olmanın ne anlama geldiğidir. Dediğim gibi bu eser şimdi yapılmış olsaydı, çok özgün bulunmayabilirdi. Ama Warhol, insanları düşünmeye ve sorgulamaya zorladığı bu önemli çalışmasını 1962’de yaptı. Şuan bizim için çok sıradan gibi görünse de yapıldığı dönemde ne kadar radikal bir çalışma olduğunun farkında olmak gerekir.

    Yeni sanatsal diller, yeni bakış açıları bulmak, bunların getireceği büyük tepkilere hazırlıklı olmayı gerektirir. Tam artık tükendi, yeni bir şey çıkmaz dediğimiz anda, ne kadar zor olsa da yeni bakış açıları üretiliyor, tepki alıyor ve kabulleniliyor. En azından sanat var olduğundan beri bu durum böyle…

22 Ocak 2018 Pazartesi

Botticelli'den Venüs'ün Doğuşu | Eser İncelemesi



     Botticelli bu tabloda mitolojik bir konu işler. Hesiodos’un Theogonia adlı eserinde bahsettiği üzere, Uranos’un Kronos tarafından kesilen erkeklik organlarının denize düşmesi ile Venüs’ün doğduğunu ve Kıbrıs’tan karaya çıktığı rivayet edilir. Yani Botticelli’nin tasvirindeki gibi, dalgaların köpüğünden doğan Güzellik ve Aşk Tanrıçası Venüs;  doğurganlığı simgeleyen midye kabuğunun içinde, rüzgar tanrıları tarafından ayakta olarak kıyıya çıkmıştır. Kıyıda kendisini kırmızı bir örtüyle sarıp sarmalamayı bekleyen baharın tanrıçası Flora beklemektedir. Soldaki iki rüzgar tanrısının kuvvetiyle uçuşan saçlar, dalgalanan kumaşlar resme hareketli bir hava katar.

      Resmin yapıldığı dönemi incelersek eğer, alışılagelmiş motiflerin ve temaların dışına çıkılmadığı sadece Hıristiyanlıkla ilgili dinsel konular işlenen bir dönemden söz ediyoruz. Fakat Rönesans’ın doğuşuyla birlikte 15. yüzyılın ortalarından itibaren Antik Çağ’ın sahip olduğu hümanizm anlayışı benimsenmeye başlanmış ve o dönemin koşulları içinde Antik Çağ yeniden anlaşılmaya, üretilmeye çalışılmıştır. Yüzyılın ikinci yarısında artık Hıristiyan konularının yanı sıra Yunan efsaneleri, tanrı-tanrıçaları ve kahramanları da sanata konu olmaya başladı. Botticelli’nin eserinde gerçek insan boyutunda, erotik ve zarif doğallık içindeki bu ilk anıtsal çıplak kadın, klasik dönem sonrası sanatına hakim olacaktır. Köpüklerin içinden çıkıp karaya vuran bu güzel kadın, aslında Rönesans’ın da en büyük hayalini simgelemektedir: ‘insan’ın, Antik Çağ’ın küllerinden yeniden doğuşu.  


      Bugün Floransa’da Uffizi Galeri’de bulunan bu eser, tuval üzerine yağlıboya tekniğinde olup, 172x278 cm boyutlarındadır. 

Sanatla,
Muhabbetle...